Her yıl 24 Temmuz geldiğinde Türkiye’de resmi ajandalar, “Basın Bayramı” başlığıyla süslenir. Oysa bugünün tarihsel ve toplumsal yükü, bir kutlamadan çok bir yüzleşmeye, bir bayramdan çok bir mücadele gününe işaret eder. Gazetecilik mesleği, 116 yıl önce sansürün kaldırılmasıyla bir umut doğurmuş olsa da, 2025 Türkiye’sinde bu umut, ağır siyasal ve ekonomik baskılar altında her geçen gün biraz daha boğuluyor.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan 2025 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye, 180 ülke arasında 159’uncu sıraya geriledi. Bu, yalnızca bir istatistik değil; aynı zamanda kamuoyunun haber alma hakkına, ifade özgürlüğüne ve demokrasiye yönelmiş sistematik bir tehdidin sayısal ifadesidir. Basın özgürlüğünün bir lütuf değil, yurttaşlık hakkı olduğunu unutmamak gerekir.
Son altı ayda en az 20 gazetecinin tutuklandığı, onlarcasının adli kontrol ve yurtdışı yasağıyla mesleklerini icra edemez hale getirildiği bir ülkede, basın bayramı kutlamak, sorunun üstünü örtmek olur. Nisan-Haziran 2025 döneminde 153 gazetecinin yargılandığı ve bunlardan yedisinin hapis cezası aldığı bir sistemde, fikir ve ifade özgürlüğünün teminat altında olduğundan söz edilemez.
Dahası, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi, gazetecilere karşı sıkça kullanılan bir sopa işlevi görüyor. “Devlet kurumlarını aşağılama” gibi muğlak ifadelerle açılan davalar, düşüncenin değil, iktidarın sınırlarını korumayı amaçlıyor. Gazeteci Fatih Altaylı’nın tutuklanması ve LeMan dergisi çalışanlarının bir karikatür nedeniyle gözaltına alınması, yaratıcı ifade alanlarının da kıskaca alındığını gösteriyor.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ise eleştirel yayıncılığa dönük ekonomik bir kıyım aracı gibi çalışıyor. Sadece son üç ayda verilen 27 milyon TL’lik ceza, medyaya uygulanan dolaylı sansürün mali boyutunu gözler önüne seriyor. Yayın durdurmalar, lisans iptalleri tehdidi altında habercilik yapmak, basın mensuplarını oto sansüre mecbur bırakıyor.
Bu koşullar altında 24 Temmuz’u bir bayram olarak kutlamak, gerçeğin üzerini simgesel bir örtüyle kapamaktan başka bir anlam taşımaz. Bu tarih, ancak Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü olarak anlamlıdır. Çünkü gerçekleri yazmanın bedelinin hapis, sürgün veya sansür olduğu bir ülkede sadece basın değil, demokrasi de nefessiz kalır.
Basın özgürlüğü bir meslek grubunun değil, tüm toplumun meselesidir. Zira özgür basın yurttaşın doğru bilgiye erişiminin, kamusal denetimin ve demokratik işleyişin bel kemiğidir. Bugün gazeteciler baskıdan uzak çalışamıyor, kamuoyu çok sesli şekilde bilgilendirilemiyor, halk ise sağlıklı bilgiye kesintisiz ulaşamıyor. Bu nedenle çağrımız yalnızca basın mensuplarına değil, tüm demokrasiye inanan yurttaşlaradır. Çünkü özgürlük, sadece yazmakla değil; yazılanı savunmakla da başlar.
Bir tespitle bitirelim. Gazetecilere yönelik fiziksel saldırılar basın özgürlüğünün en görünür ihlalleri olsa da, ekonomik baskı da büyük ve daha sinsi bir sorundur. Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ndeki ekonomik gösterge, 2025’te düşüşünü sürdürerek eşi benzeri görülmemiş, kritik bir düşük seviyede bulunuyor. Sonuç olarak, küresel basın özgürlüğü durumu endeks tarihinde ilk kez “zor durum” olarak sınıflandırılıyor.
Umarız zor günler, baskıların geri çekildiği bir gelecekle son bulur.