70’li yıllar… Meşhur Muğla Belediye Bandosu; Bando Şefi Kamil Nurel, Çıplak Ali başta olmak üzere o dönemin bandocu müzisyenleri yaşlanınca bayramlarda resmi geçit törenine marşlarla eşlik edecek bando takımı sorunu yaşanmıştı. Bunun üzerine Hamursuz Dağı’nın eteklerine konuşlanmış piyade taburunun askerlerinden bir bando takımı oluşturuldu. Resmî bayram törenlerine bu takım eşlik etmeye başlamıştı. Trampet (İskoç) takımı idare ediyordu ama boru takımı çok yetenekli sayılmazdı. Boru takımı için, Hababam seviyesinde basit bir melodi uydurulmuştu. Şöyleydi:
Dat dırı dat, dat dırı dat, dat dırı- dat dırı- dat dırı dat… Bu garip melodik ritme bir de isim uydurulmuştu: Ali marşı…
Bando takımının başı sol elini havaya kaldırdı mı, herkes anlar; trampetçilerin üç tekrarı sonrası borazancılar devreye girer, ciğerleri patlayıncaya kadar boruyu üflerlerdi. Çok beğenilmezdi belki ama sonuçta ortaya çok sesli bir müzik çıkardı. Kalkış, kortej yürüyüşü, resmî geçit töreni bu marşla başlar, bu marşla biterdi. Bir müddet böyle devam etti. Ancak bandocu askerlerden bazıları terhis olunca iş bu kez okul bando takımlarına kaldı. Liseler arasında en büyük kadroya sahip olan Muğla Turgut Reis Lisesi bandosuydu. Ben de boru takımındaydım. İki yıl boyunca benden büyük öğrencilerin gölgesinde, arka sıralarda bir yerlerde idare ettim. Ta ki resmî geçit töreninde çalma görevi liseye verilene ve bu görevin başına müzik öğretmeni Erdoğan Hoca getirilene kadar. Hoca bendeki müzik yeteneğini fark etmişti. Gerçek bir müzik adamıydı ve çok disiplinliydi. Klavyesi (tuşu) olmayan bir enstrümandan “do” sesi ve marşların notalı çalınmasını isteyecek kadar çıtayı yukarıya koymuştu. Ona göre resmî geçit töreni büyük bir sorumluluktu. Hemen kolları sıvadı ve bando takımı için tam yedi marş düzenledi. Onun disiplini ile Turgut Reis Lisesi bandosu seviye atlamıştı.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı idi. Yaklaşık 55 kişilik Turgut Reis Bandosu, genç okul kortejin en önünde yerini almıştı. Turgut Reis Lisesi bandosu yürüyüşe (kalkış) adeta bir ritüelle başlardı. İlk kez TRT’de izlediğimiz, Burt Reynolds’un başrolünü oynadığı ‘İnsanlar Yaşadıkça’ filminde, ölen bir askere saygı için boruyla çalınan ‘Taps’ melodisi bandonun kalkış müziğiydi. Erdoğan Hoca, bu zor müziği iyi çaldığımdan dolayı beni borazancıbaşı yapmıştı. Bu sade, kısa ve hüzünlü melodi, dünyanın dört bir yanında şehit ve cenaze törenlerinin saygı duruşu olarak çalınıyordu. Bugün de aynı amaçla çalınmaya devam ediyor… Bandonun en zor marşlarından biri ise, bizim seviyemizdeki mızıkacılar için neredeyse imkânsız nitelikteydi. O dönemin özel banka reklamlarından birinin fanfara tarzındaki reklam müziği repertuvarın son marşıydı. Erdoğan Hoca, ne yaptı etti, o fanfarayı da bize çaldırdı.
Kalkış marşı Taps’ın ardından bando takımı tabanca gibi bir marşla kortej yürüyüşüne başlardı; Turgut Reis Lisesi, cadde ve sokaklardan yükselen alkış sesleriyle Atatürk Stadyumu’na kadar gelirdi. Stat cumhuriyet coşkusu ile ağzına kadar dolar, tekmil okullar bayrak ve flamalarıyla ip gibi dizilirdi. Çumhuriyet coşkusu stadın her yerine yansırdı. Kadınlar tayyörleri, erkekler takım elbiseleriyle ve çocuklar bayram kıyafetleriyle göz kamaştırırdı. 7’den 70’e yakınlarını görmenin yanında cumhuriyetin parçası, değerlerinin de sahibi olurlardı. Günün anlam ve önemine yönelik konuşmalar, şiirler, söylevler, valinin ve belediye başkanının halkın bayramını kutlamasının ardından sıra resmî geçit törenine gelirdi. Önde ay yıldızlı bayraklar, arkada flamalar… Açık tribünün önünde hazır bekler, bandonun çalmasını gözlerdi. Protokol tribünün hemen önüne yerini alan bando, tambur majörün işaretiyle resmi geçidi başlatırdı. Ardından okullar, askerler, resmî kurumlar ve sivillerden oluşan kortej protokolü selamladıktan sonra stadın çıkış kapısına kadar ilerlerdi.
Geçit törenini başarıyla tamamlayan bando takımı son olarak protokolü selamlar, yarım tur sonrası açık tribünlerin önüne gelirdi. İşte tam da orada ne olacaksa olurdu. Memleketin zıpır tayfası, her bayramda olduğu gibi kafayı tambur majöre takar, elindeki asayı kast ederek: “Atamaz ki, atamaz ki! Atsa bile tutamaz ki!” diye tezahürat başlatırdı. Birkaç kişiyle başlayan bu ses kısa sürede tribüne yayılır, ardından “At! At! At!” baskısına dönüşürdü. O dönemde tambur majörlükte sükse önemliydi. Majör elindeki asayı ustaca kullanır, o göreve boşuna gelmediğini ispat edercesine hareketler çeker ve takdir toplardı. O dönemin en meşhur varyetesi topuk hareketiydi. Lisenin önceki tambur majörleri Değer ve Tevfik abilerimiz bu hareketle büyük takdir toplar, hatta kızların gözdesi olurlardı. Bu ısrar üzerine arada biz de tribün baskısına dahil olur, bayram töreninin en sükseli ekibi olarak tambur majörden birkaç “numara” yapmasını beklerdik. O gün de öyle oldu. Gaza gelen tambur majör, bir dizi hareketi başarıyla tamamladıktan sonra ucu topuzlu tören sopasını havaya fırlattı. Fakat asanın düşüş hızı, çıkış hızından fazlaydı. Tambur majör düşüşteki tehlikeyi fark etti. Çaresiz bakışlarla “Çok çikin geggeli” diyerek az sonra olacakları müjdeler gibiydi. Tüm dikkatini toplasa da ne yazık şimşek hızıyla gelen sivri uçlu, püsküllü asayı yakalayamadı. Asa önce başına çarptı, sonra yere düştü. Derin bir sessizliğin ardından açık tribündeki tayfadan alaylı sesler yükseldi. Bandonun bütün karizması yerle yeksan olmuştu. Çok üzülmüş, darmadağın olmuştuk. Stadyumdan okula gelinceye kadar üzüntüden tek marş çalmadık. Yürüyüş düzenini alt sınıflardan bir davulcu sağlamıştı. Dönüş yolunda üzüntümüzü telafi edecek sözler, alkışlar ne yazık derdimize merhem olamamıştı. Malzemeleri teslim edeceğimiz depoda bizi bekleyen Erdoğan Hoca’ya karşı mahcuptuk. Hoca hepimizi topladı ve bir konuşma yaptı. “Aferin çocuklar. Sakın üzülmeyin, siz resmi geçit törenini başarıyla tamamladınız. Bugün bayram. Bugün üzülmek yok. Aksine sevineceğiz. Çünkü biz Ata’nın izindeyiz. Hadi bakalım, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun, hepinize iyi tatiller”… Hocanın elini öpüp okuldan ayrıldık…




