“Horoz ötüyor, tavuk gıdaklıyor, gübre kokuyor” diye şikayet edilen Karabağlar Yaylası.  

3

TÜİK 2024 verileri açıklanmış. Yani yine nüfus yerinden oynamış. Ama öyle böyle değil. İstanbul’dan tam 10 bin 23 kişi, bavulunu toplayıp Muğla’ya göç etmiş. Bir araya gelseler bir ilçe, dört tane de orta ölçekli köy oluştururlar. İstanbul’a ise Muğla’dan 5 bin 498 kişi gitmiş. Evet, gitmiş ama neye gitmiş, o da ayrı bir yazı konusu. Belki de “bir sabah uyandım ve dedim ki, bu şehir beni yutuyor, iş güç sınırlı” hissiyle… Belki de samra (gübre) kokusundan kaçmışlardır, kim bilir?
Evet, Muğla göç almış. İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan, Antalya’dan. Aralarında Antalya gibi bir başka turizm devinin bile bulunduğu, kıyıdaş kentler bile dayanamamış. Herkes Muğla’ya akmış. O eski tatil cenneti şehir şimdi kalabalıkla, trafik yoğunluğuyla, otopark sorunuyla, komşusunun derdiyle ve  sosyolojik farklılıklarla boğuşuyor.
“Gübre kokuyor! şikayeti”
En kötüsü ne biliyor musunuz? Göç yalnızca mekânları değil, değerleri de yerinden oynatıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlama ve yasaklardan “bıktık, buradan kaçalım” diyerek soluğu yaylada alan yeni sakinler, şimdi yayla gerçekleriyle tanışıyor. Karabağlar Yaylası’na yerleşen bir yeni yayla sakini; “Gübre kokusundan rahatsız oluyoruz”, bir başkası; “Horoz çok ötüyor. Sabah sabah insanın içi kalkıyor”, bir diğeri ise; “Tavuklar çok gıdaklıyor. Psikolojim bozuluyor” şeklinde şikayet ediyor. Psikoloji demişken, göç ile ortaya çıkan kültür çatışmasıyla Muğlalıların psikolojisinin bozulmadığını sanıyorlarsa (!) yanılıyorlar.
Bu göç dalgasıyla bir yanda kırsala ya da yaylaya yerleşip sırtını yeşilliklere dayamak isteyen metropol yorgunları, öte yanda “Borla eskiden bizimdi” diyen yerliler…
Kırsal romantizmin kır evi kira fiyatına kurban edildiği günlerdeyiz. Doğayla uyumlu, sade ve huzurlu bir yaşam hayali, günümüz ekonomik koşulları nedeniyle gerçekleşmesi zorlaşıyor. Ancak bu pastoral yaşam biçimi artık herkesin erişebileceği bir şey değil. Yani artık kırda veya yaylada yaşamak, bir yaşam tarzı tercihi olmaktan çıkıp pahalı bir ayrıcalığa dönüşmüş durumda.
Muğla’nın kırsalında sessizlik arayanlara kötü haber: Tavuk gıdaklar, horoz öter. Horoz elbette sabah öter. Güneşi görünce ötmesi, doğa yasasıdır. Gıdaklayan tavuk da  yumurtlamıştır, verimli çalışanın sesi çıkar. Olur olmaz yapılan şikayetlerden doğal seslerin şehirli bünyesine fazla geldiği anlaşılıyor. Çünkü “sessizlik” denen şey, burada Muğla’da doğanın sesiyle karışır. Rüzgârın çam dallarındaki uğultusunu, seher vakti horozun “Kalk artık!” çağrısı izler. Metropoller ve büyük şehirlerdeki o beyaz gürültü; trafik, siren, tren, tramvay, dolmuş gibi seslerin  yerini burada kuş cıvıltısı, keçi melemesi, inek  böğürtüsü ve çobanın;  “Egeçiyaaaa, ha gızım ha ha” seslenişi alır. Fakat ne yazık ki bazıları bu otonom melodiyi “rahatsız edici gürültü” diye algılıyor. Bizim açımızdan üzücü…
“Sosyolojik çatlaklar, belediye dilekçelerinde büyüyor”
Muğla sadece insan değil, yeni alışkanlıklar da göç aldı. Belediye dilekçelerine artık sadece imar planı değil, “Komşum mangal yakıyor”, “Bahçede çok sinek var”, “Köpek çok havlıyor” gibi şehirli serzenişler de eklendi. Yani Muğla’nın yerel kurumları sadece nüfus hareketiyle değil, kültürel şikayetlerle de uğraşıyor. Şehirlinin kırsala taşınması, “doğayla iç içe yaşam” vaadini bazen doğayla boğuşmaya çevirebiliyor. Bir yanda “şehrin keşmekeşinden kurtulduk” diyen yeni sakin, öte yanda “Biz eskiden gonu, gomşuya yımırta verirdik. Yeni gelenle (!) irimi yıkıp duvar ördüle, görüşümepduruz” diyen yerliler… İki farklı hayat tarzı, aynı yerleşke de buluşunca, çatırdamalar kaçınılmaz oluyor.
Bu tabloyu görüp de Yüksel Aksu’nun “Entelköy Efeköy’e Karşı” filmindeki meşhur çatışmayı hatırlamamak elde değil. Hatırlarsınız; şehirden gelen çevreci, ‘doğa dostu’, yoga yaparken zeytinyağlı yiyen bir grup, Ege’nin göbeğindeki Efeköy’e yerleşmişti. Hayalleri temiz enerji, kolektif tarım ve bol oksijenli hayat. Ama köylülerin hayali belliydi: Hava kararmadan tarlayı sulayıp akşam yemeğini saatinde yemek. İşte bugün Muğla’da da aynı sahne tekrar ediliyor. “Doğaya dönüyoruz” diyen şehirli, yanında kahve öğütücüsüyle geliyor; “minimalist yaşamak istiyoruz” diyenin deposunda elektrikli scooter. Filmdeki entellerin keçilerle yaşadığı iletişim sorunları gibi, bugünün göçenleri de doğanın içinden çok, üstünden geçiyor. Köyün keçisine çan takılınca “gürültü kirliliği” diye şikayet geliyor, köydeki imeceye çağrılan ‘ekolojik duyarlı vatandaş’ ise “bugün içsel yolculukta olduğum için kazma vuramam” diyor. Aynı filmdeki gibi, Muğla’nın bugünkü hali de şu soruyu sorduruyor: “Doğayla bütünleşmeye mi geldiniz, doğaya format atmaya mı?” Filmin köylü karakteri ne diyordu entellere? “Bize laf atman, siz önce sabah kaçta kalkılır onu öğrenin”… Yüksel Aksu filmi yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyor. Zira birçok Muğlalı şimdi aynı noktada. Çünkü sadece evler, arsalar değil anlamlar da el değiştiriyor. Yakındır “Efelik” bir dizi karakteri, “imece” ise workshop’a dönüşecek. Hal böyle olunca, göçü sadece nüfus hareketi değil, yerel kültürün ve hafızanın da sarsılması olarak görmek gerek.
“Peki Ne Yapmalı?”
Gadın Muğlamız elbette güzelliğiyle cezbediyor. Ama göç sadece taşınmak değil, uyum sağlamaktır. Gelenler, horozu, keçiyi, akşam serinliğini sevmeyi öğrenmeli. Gidenler ise dönüş yolunun açık olduğunu bilmeli. Çünkü Muğla, doğanın koynuna gizlenen o güzel şehir, “sessiz ama doğal bir hayat” arayanların da, “şehirden kaçarken şehri beraberinde getirenlerin” de mekanı olmaya doğru yol alıyor. Horoz ötüşüyle uyananlara, gıdaklayan tavukların peşine düşenlere, belediyelere koku şikâyeti yapanlara selam çakalım ve bir tespitle bitirelim.
“Belki de çözüm; Entelköy’le Efeköy’ü gerçekten buluşturmak. Yani ne horoz susturulsun ne şehirli susturulsun. Ama herkes birbirinin ritmine biraz kulak versin. Bu topraklarda hem keçi yürüsün, hem bisiklet…
***
Dip Not: Bu köşeyi yakından takip edenler bilir, ancak yeni okurlar için not düşelim: Bu köşe yazısı, mizah unsurları içeren “Kent Yazıları” formatında kaleme alınmıştır.

 

Haberi Paylaş