“Toprağın altındakini çıkarmadan önce, üstündekini yaşatmak”

18

Zeytin ağacı, Akdeniz uygarlıklarının kadim simgelerinden birisidir. Ancak bu simgesellik, artan enerji ve sanayi yatırımları karşısında, yerini bir koruma refleksine bırakıyor. Zeytinlik alanlara yönelik madencilik ve sanayi yatırımlarının önünü açmaya çalışan düzenleme mecliste görüşülüyor ve tasarının yasalaşmasına yönelik ilk adım olan komisyondan geçti. Muhtemel bugün de meclis genel kurulunda görüşülecek.
Geçtiğimiz yıllarda başlayan ve bugün tekrarını yaşadığımız madencilik ısrarı, çevre politikaları yerine sanayiye dayalı ekonomiye öncelik veren bir sürekliliğe işaret ediyor.
Yasa teklifinin içeriği zeytinlik alanları ile yatırım bölgelerini çakıştırıyor. Bir önceki yazıda ifade ettiğimiz gibi, bu haliyle tasarı yalnızca bir üretim biçimi değil, aynı zamanda o üretime dayalı yaşam biçimini, yerel ekonomiyi ve ekosistemi tehdit altına alıyor.
Bilindiği gibi bu ülkede çok uzun süredir çevresel koruma ile ekonomik büyüme arasındaki gerilim, çoğu zaman “toprağın üzerindeki mi, toprağın altındaki mi daha değerlidir?” sorusu etrafında şekilleniyor.
Elbette madencilik sektörü, devlete ciddi oranda gelir ve istihdam sağlayan bir sektör. Bu nedenle son yıllarda, maden sahalarının genişletilmesi ve bürokratik süreçlerin sadeleştirilmesi yönünde ısrarlı bir eğilim var. Madencilik Platformu’nun yasa teklifine dair yaptığı açıklama, bu tercihin yönünü açıkça ortaya koyuyor. Ancak bu öneriler doğayı ve çevresel değerleri bir ekonomik girdiye indirgeyen teknokrat bir yaklaşım tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Ne yazık, madencilerin talepleri arasında yeşil enerji, karbon emisyonları, biyoçeşitlilik kaybı, yerel halkın yaşam alanlarının daraltılması ya da agroekolojik sürdürülebilirlik gibi konulara dair herhangi bir vurgu bulunmuyor.
Ne bulunuyor? Enerji, ulaşım ve madenlere ilişkin düzenlemelerde bu yasaların esnetilmesi yönünde gittikçe artan bir eğilim… Üstelik bu eğilimin, kalkınma kavramını yalnızca fiziki üretime indirgediği görülüyor. Belki de bu nedenle ‘kamu yararı’ tanımı çevresel bütünlüğü değil, yatırım kolaylığını önceleyen bir tanım olarak algılanıyor.
Buradaki çelişki; hukuki midir, ideolojik midir?
Doğa korunması gereken ortak bir miras mıdır?
Yoksa verimliliği ve stratejik kullanılabilir bir meta mıdır?…
Bu sorulara elbette herkesin bir yanıtı olacak, ötesinde herkes kendi zaviyesinden bu soruları yanıtlayacaktır. Ancak bu sorulara karşı yerel ölçekteki en güçlü yanıt; İkizköylülerin meclisteki direnişleriyle verildi. Bu direniş sadece çevresel değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir varoluş mücadelesi olarak da okundu.
Bu köşede yayınlanan, önceki yazının başlığını oluşturan yaş almış bir yurttaşın, “Zeytin ağaçları bin yıl yaşasın diye dikilir. Bu ağaçları siz dikmediniz, siz kesemezsiniz” ifadesi, neoliberal politikaların verimlilik odaklı doğa anlayışına karşı çıkan, etik temelli tarihsel bir itirazdır. İkizköylülerin mücadelesi yalnızca çevre mücadelesi değil, kırsal yaşamı savunmanın, üretim belleğini yaşatmanın, tasarıya karşı itirazın sembolüdür.
Toparlayalım. Bugün yaşanan süreç, hem doğanın hem de kırsalın bilgi birikimini, üretim biçimini ve ortak yaşam kültürünü tehdit ediyor. Eğer bir kalkınma vizyonundan söz edilecekse, bu vizyon; toprağın altındakini çıkarmadan önce, üstündekini yaşatmanın yollarını aramak zorundadır.

Haberi Paylaş