Dikmen Kapısı

4

Bir tarafta “Toprağımızı vermeyeceğiz!” pankartları, diğer tarafta “İşimizi, aşımızı kaybetmeyelim!” diyen emekçiler…
Ve ortada bir kapı: Dikmen Kapısı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tam da göğsünde, iki farklı hayatın kesiştiği yer.
Sabahtı, Dikmen Kapısında bir kalabalık vardı. Zeytinlikler için endişelenen çevreciler, köylüler, gençler. Kapının bir yayınında onlar.
Yine sabahtı, diğer yanda Yatağan’dan, Yeniköy’den gelen sendikalı işçiler, maden ve santral çalışanları “Bu yasa geçmezse ne yiyeceğiz biz?” diye soran emekçiler.
Her iki grup aynı kapıyı; farklı zamanlarda, farklı endişelerle zorluyorlardı.
Bir taraf, toprağın mülkiyet hakkını, doğanın korunmasını, yaşam şeklini savunuyordu. Diğeri, alın teriyle kazandığı ekmeğini ve zorlaşan yaşam koşullarını.
Herkes kendisine göre haklıydı ama kimse birbirini duymuyor, duyamıyordu.
Dikmen Kapısı önünde bir çevreci köylü kadın gözyaşları içinde bağırdı: “O zeytinlikler bizim geçmişimiz. Dedemin diktiği ağaçlar orada, mezarı da orada.”
Dikmen kapısı önünde bir işçi hiddetle bağırdı: “Benim babam kömür ocağında çalıştı, şimdi ben.” Dikmen Kapısı önünde, biri zeytine üzülüyordu diğeri işsiz kalmaya.
Birisi doğayı savunuyor, diğeri geçimini. Biri “yaşam hakkı” diyordu, diğeri de aynı şeyi.
Çevreciler, köylüler, gençler; “Toprağımızı vermeyeceğiz!” diyorlar. Zeytinlikler, meralar, sulak alanlar maden sahalarına kurban edilmesin istiyorlar. Yeni yasa teklifinin doğayı ve yaşamı geri dönülmez biçimde tahrip edeceğine inanıyorlar.
Karşılarında santral işçileri, sendika temsilcileri; “İşimizi kaybetmeyelim!” diyorlar.
Yasa geçmezse üretimin duracağını, binlerce kişinin işsiz kalacağını, açlıkla yüzleşileceğini söylüyorlar.
Bu yasa tasarısı yalnızca bir yasal düzenleme değil, aslında Türkiye’nin derinleşen sınıfsal, çevresel ve ekonomik kırılganlıklarının özeti. Dikmen Kapısı’nın mermer basamaklarına ayak basan herkes, kendi geleceğini, kendi haklılığını savunuyor. Ama birbirlerine o kadar uzaktalar ki.
Ve belki de en acı olanı şu: Elbette ülke genelinde bir dayanışma, bir direniş boyutu olsa da Muğla özelinde zeytinliklerin yok olmasından korkan da, işsiz kalmaktan korkan da, aynı coğrafyanın insanları. Aynı mahallenin, aynı köyün, belki de aynı okulun mezunları. Ama onları karşı karşıya getiren şey, kararları başka masalarda alınan politikaların yarattığı çaresizlik.
Bu ülkede insanlar artık sadece geçinememekten değil, birbirlerini anlayamamaktan da yorgun düştü. Zeytinin kökleriyle, kömürün damarları arasında sıkışan bu halk, artık yalnızca haklarını değil, ortak geleceğini de kaybetme korkusu yaşıyor. Dikmen Kapısı önünde yükselen sesler yalnızca iki grubun çığlığı değil; bir ülkenin eşitlikle büyümeyi, doğayla üretimi ve çevreyle emeği barıştırmayı başaramamış bir sistemin yankısı.
Bu çelişkiyi çözecek olan sadece halk değil, kamucu ve adil bir planlamadır. Doğayla uyumlu enerji politikaları, sosyal geçiş programları, emek odaklı kalkınma modelleridir.
Bir tespitle bitirelim.
Dikmen Kapısı, hâlâ orada. Çevreciler ve köylüler bugün de o kapıdan geçemedi. Belki bir gün sadece hak arayanların, protestoların değil, çözümün de kapısı olur.

Haberi Paylaş