Türkiye, 12 Eylül 1980 sabahına tankların gölgesinde uyandı. O sabah evlerin kapıları henüz açılmadan, sokaklarda ağır bir sessizlik çökmüştü. Ama bu sessizlik barışın değil, bastırılmış korkunun sessizliğiydi. Generaller “ülkeyi kurtarıyoruz” dediler. Oysa kurtarılan bir şey olmadı; gasp edilen şey demokrasiydi, özgürlüktü.
Gençlerin Darağaçları
Bir üniversite öğrencisi düşünün: cebinde küçük bir defter, içinde yarım kalmış şiirler. Henüz 20 yaşında. Bir sabah evinden alınıp götürülüyor ve bir daha geri dönmüyor. Onu bulanlar, darağacında sallanan bedeniyle karşılaşıyor.
Ve bir başka genç: Erdal Eren. Henüz 17’sinde, yaşı büyütülerek idam sehpasına gönderildi. Son mektubunda, “Benim yaşımdakiler asılmamalı. Ama biliyorum, idam edileceğim” diye yazdı. O satırlar hâlâ, bu ülkenin vicdanında kapanmayan bir yara olarak duruyor.
İşkence Odalarının Karanlığı
Bir işçi hayal edin: sendikasında daha adil bir ücret için sesini yükseltmiş. Onu da gözaltına aldılar. Günlerce sorguda kaldı, işkenceden geçti. Cezaevinden çıktıktan sonra söylediği ilk cümle şuydu: “İşkenceciler sadece bedenimi değil, içimdeki zamanı da parçaladı.” Uluslararası Af Örgütü’nün raporları, binlerce kişinin sistematik işkenceden geçtiğini belgeledi. Coplar, elektrik kabloları, falakalar… İnsan bedeni üzerinde kurulan iktidar, toplumun ruhuna korku olarak işlendi.
Annelerin Çığlığı
Bir anne düşünün: Oğlunun adını adliye kapılarında haykırıyor. Elinde tek bir fotoğraf, gözünde uykusuz gecelerin yorgunluğu. Diğer annelerle buluşup “Cumartesi Anneleri”nin ilk kıvılcımını yakıyor. Çünkü kayıplar yalnızca ailelerin değil, bütün bir ülkenin kaybıydı. Düşünen, sorgulayan, yazan, çizen ve şiir okuyan bir kuşak yok edildi.
Darbenin Rakamlarla Gerçeği
12 Eylül darbesi yalnızca tankların gölgesinde yaşanmadı; rakamların diliyle konuştuğumuzda bile bir toplumun nasıl susturulduğu açıkça ortada.
650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı, 98 bin kişi “örgüt üyesi” suçlamasıyla yargılandı. 50 kişi idam edildi; bunlardan 18’i siyasi davalardan. 171 kişinin işkenceden öldüğü resmî kayıtlara geçti. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Yüzlerce gazete kapatıldı, binlerce kitap yasaklandı. 400 gazeteci hakkında 4 bin yılı aşkın hapis cezası istendi. Bu rakamlar yalnızca istatistik değil; her biri bir hayat, bir hikâye, bir yarım kalmışlıktı.
Dünya Basınında Darbe
12 Eylül, yalnızca Türkiye’nin değil dünyanın da gündemindeydi. The New York Times, “Türkiye’de Ordu Kontrolü Ele Aldı” manşetiyle duyurdu; NATO için stratejik güvence, demokrasi içinse geri adım olarak yorumladı.
Le Monde, “Türkiye’de Demokrasi Askıya Alındı” başlığıyla çıktı ve ülkenin askerî vesayete mahkûm olduğunu yazdı.
El País, “Ordu Türkiye’de iktidara geliyor” ifadesiyle darbenin Latin Amerika’daki cunta rejimleriyle benzerliğini vurguladı: her yerde aynı sonuç, askıya alınan demokrasi, susturulan halk ve boğulan özgürlük.
Darbenin Uzun Gölgesi
Generallerin kaleme aldığı anayasa, korkunun kitabıydı. Vatandaşın özgürlüğünü değil, devletin otoritesini yüceltti. Aradan onlarca yıl geçti, iktidarlar değişti ama bu anayasanın gölgesi demokrasinin üzerine çökmeye devam etti. Bugün hâlâ tartıştığımız birçok kısıtlama, 12 Eylül’ün mirasından beslendi: düşünceyi sınırlayan yasalar, siyasetin önünü kesen engeller, toplumun çeşitliliğini değil tek tipleşmeyi dayatan anlayışlar…
Bugünle Yüzleşmek
Aradan 45 yıl geçti. Türkiye sandığa gitmeye devam ediyor, fakat demokrasi hâlâ yalnızca seçim gününe sıkıştırılmış durumda. Gazeteciler hâlâ yargılanıyor, muhalifler hâlâ baskı altında, ifade özgürlüğü hâlâ tartışmalı. Kısacası 12 Eylül sadece bir garabet değil, hâlâ üzerimizde dolaşan bir hayalet. Demokrasi, seçim günü sandığa gitmekten ibaret değildir; demokrasi, yazabilmek, düşünebilmek ve hayal kurabilmektir.
12 Eylül 1980’de 20 yaşında, gençliğin baharındaydık. Aradan tam 45 yıl geçti. Ancak biz o karanlık sabahı hiç unutmadık. Bir çok şey gibi, özgürlüğün ve demokrasinin en çok kaybedildiğinde değer kazandığını da o gün öğrenmiştik.